“Onu öpüp, toprağa koyduğum anı hep rüyamda görüyorum. Ama çırılçıplak soyulup aşağılanmış halini hayal edemiyorum” Hatice Can
Ali İsmail Korkmaz’ın ağabeyi Gürkan Korkmaz, Yoğurtçu Parkı’nda onu can kulağıyla dinleyen insanlara dönüp, “Keşke Ali İsmail’i hiç tanımasaydınız” dediğinde, tanımak ve tanışmak üzerine delirtici bir bahsi de açmıştı.
Çünkü bizim hikâyemizdeki çocuklarla “tanışmamız” sarsıcı bir insan öyküsünün içinde olup bitiyor. Büyük bir haksızlık, zorbalık ve çirkinliğin içinde birer fotoğraf karesi halinde beliren insanların küçük evrenlerini darmadağın eden devlet, onları hafızalarımıza kazıyor.
Onur Yaser Can’ı da bu hafızanın içinde tanıdık. 28 yaşında bu dünyadan gitmeyi, canlı varlığına son vermeyi seçtiğinde onunla tanıştık.
23 Haziran 2010 günü çırılçıplak kendini boşluğa bırakan Onur Yaser, dünyaya bir not olarak kendini düşmüştü. Onur Yaser, gördüğü işkence ve baskılara karşı, ona dayatılan muhbirliğe, kişiliksizleşmeye karşı bir tutum alarak bu dünyadan gitmeyi seçerken başta ailesi ve yakınları olmak üzere, ‘toplum’ denen o muammaya da bir adalet mücadelesi bırakmıştı.
2 Haziran 2010 tarihinde İstanbul’da “esrar satın aldığı” gerekçesiyle gözaltına alındı Yaser… Savunma avukatı olmadan ifadeye zorlandı. Nezarete alınarak çırılçıplak soyularak işkence ve cinsel istismara maruz bırakıldı, bu sırada acı içinde polislere yalvaran genç bir insanın sesi dinletildi, hakarete uğradı, tokatlandı, muhbirliğe zorlandı. İşkence sonrası alınan Çıkış Doktor Raporu için yapılan muayene yine yasal bir gereklilik olmasına ve yapılmaması zorunluluğuna karşın, işkence şüphelisi polisler huzurunda yapıldı, bedensel ve ruhsal sağlık durumu tam olarak muayene edilmeyerek, Çıkış Doktor Raporu, Yakalama ve Gözaltına Alma Yönetmeliğine ve İstanbul Protokolü’ne aykırı biçimde hukuk dışı olarak düzenlendi. Onur Yaser, savcının salıverilmesi talimatına karşın Çıkış Doktor Raporu’ndan sonra işkence şüphelisi polisler tarafından tekrar emniyete götürülüp bir süre daha tutuldu.
Onur Yaser, orada yaşadıkları ölümünden hemen önce şöyle dile getirmişti;
“Gözaltında çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Öksürtüldüm, bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi.”
Tarih, 23 Haziran 2010’da Onur’un yaşamına son verme kararı bize onunla birlikte bir aileyi tanıttı. Can ailesi, Onur Yaser’in ardından adalet mücadelesine giriştiler.
Devlet tarafından yaşam hakkı çalınan Onur Yaser Can için başta anne Hatice Can ve baba Mevlüt Can acılarını alıp yanlarına, adliyelerden, basın açıklamalarına koştular. Aile, cinsel saldırı ve işkenceye maruz bırakılan ve bu yolla yaşam hakkı elinden alınan Onur Yaser için adalet, ona bu muameleyi reva gören polisler ve amirler için ceza talep etti.
Aldıkları yanıt tanıdıktı. Takipsizlik, cezasızlık, devletin işkenceci polisini koruma refleksi…
O günlerce yaşadıklarını İsmail Saymaz ile yaptığı bir söyleşide anlatan Hatice Can, “Onur’un yanına gitmeye niyetliydim açıkçası…” diyordu. Sonrasında kendini var gücüyle adalet mücadelesine vermiş, tüm enerjisini Onur Yaser’in yaşam hakkını çalan devletin işkence ve kötü muamele politikasını teşhir etmeye adamıştı.
2 Mart 2014 sabahına kadar. Hatice Can da kendini boşluğa bırakarak, göğsünde taşıdığı ateşidindirmeye çalıştı. Adalet mücadelesi için hayata bağlandığını açıkça ifade eden Hatice Can’ı adaletsizlikle inciten bir devlet ve o devletin toplumu ile karşı karşıyayız.
Onur Yaser ve Hatice Can’ı hiç tanımayacaktık belki… Belki sadece kişisel dostluklarımız olacaktı. Onları bizimle tanıştıran devletin işkenceci tarihidir.
Bu coğrafyada devletin anneler ile imtihanı uzun süreye dayanır. Hatice Can, “aklımızda hep faili meçhuller ve cumartesi anneleri vardı. Narkotik polisinin işkenceci olduğuna dair fikrimiz yoktu ki” diyor aynı söyleşide.
Bu topraklarda devlet, gözaltında cinsel taciz ve tecavüz saldırısını sistematik biçimde uyguladı. İşkenceyi kurumsallaştırdı ve bir işkence rejimi kurarak, devletin toplumundan olmayan herkese karşı uyguladı. Sistematik öldürme ve kaybetme politikasıyla tüm coğrafyayı bir toplu mezarlar ve kimsesizler mezarlıklarında yakınlarını arayanlar ülkesine dönüştürdü.
Bu devlet politikası, bizzat ona maruz kalan özgürlük güçlerinin mücadelesiyle geriletilirken, devlet ne işkenceden ne gözaltında cinsel saldırıdan vazgeçti. İşkenceyi sokağa taşıdı. Cinsel saldırıyı, çıplak arama’ya dönüştürdü. Devlet işkenceci polisleri yetkilendirdi, cesaretlendirdi. Şimdi karşımızda işkence ve zorbalıkla ayakta kalabilen bir rejim duruyor. Ali İsmail’i bir karanlık sokakta pusuya düşürüp, döverek öldüren, Onur Yaser’i işkence ve cinsel saldırı ile ölüme sürükleyen bir devlet…
Mehmet Ayvalıtaş’ın annesi Fadime Ayvalıtaş’a ve Hatice Can’a bu dünyayı bir azap haline getiren, Roboskili aileleri her gün aynı ölüm ritüeliyle parçalayan, Berfo Kırbayır’ı bir ömür boyunca bir kapıyı açık bırakıp oğlunu bekleyerek dünyadan göçmesine neden olan… Devlettir.
Devletin adaleti Onur Yaser Can’dır. İşkence ve kötü muamele karşısına susan, gözaltında cinsel saldırı karşısında elleri titremeyen biri, devletin dolaysız uzantısıdır. Hiçbir suretle açıklanamayacak bir muameleyi, devletin bekası, varlığı için izaha yeltenen, kölece yapıştıkları kanlı düzenden kanlı hisselerini alanlar Hatice Can’ın ölümünden en az devletleri kadar sorumludur.
Hatice Can bu dünyada artık yok.
Devletiniz payidar olsun!
Hopa’da yaşanan devlet şiddetine karşı sokağa çıktığı için gözaltına alınan ve işkence gören Hacı Özkan’ın “anasına söylemediği” her ne ise o bu kanlı diktatörlüğün maneviyatıdır.
‘İşkence nedir’ bilen biri olarak bu sözcüklerin ağrısı ancak devletin ve onu ayakta tutan ‘toplumsal’ın kahrıyla dinecektir.
Hatice Can’ın uzanıp öpüyorum ellerinden…