ONUR YASER CAN

İrfan Aktan / radikal 2

Hatice Can'ın Onur'u

Hukuku bilmek, delilleri bulmak, hukuksuzlukla baş ettiremiyor. Hatice Can'ın oğlunun ardından intihar etmesi bundan. Yaser Onur ve Hatice Can'ın canını alan bu ülkede, onurlu yaşayabilmek için Ezgi ve Mevlüt Can'ın adalet mücadelesine ortak olmak zorundayız

Dennis Hopper'ın yönettiği, Jack Nicholson ve Peter Fonda'yla başrolünü paylaştığı 1969 yapımı 'Easy Rider' filminde iki hippi delikanlı motosikletleriyle Amerika taşrasında keyifli bir seyahattedirler. Kimseyle bir alıp veremedikleri yoktur. Oysa "özgürlükler ülkesinin" taşrasında "yabancılar sevilmez" ve dahası avlanır. Filmin sonu hazindir: İyi gençler bağnaz taşralılar tarafından öldürülür.
Bana içerik olarak 'Easy Rider'ı hatırlatan bir başka film ise Lars von Trier'in 'Dogville'idir. Biliyorsunuz, bu hafta vizyona girecek olan Trier'in 'Nymphomaniac' filminin Türkiye 'de gösterilmesi yasaklandı. Yasağı koyan Değerlendirme Sınıflandırma Üst Kurulu'nda Kültür, İçişleri ve Milli Eğitim Bakanlığı'ndan birer temsilcinin yanı sıra bir psikolog, bir sosyolog ve bir çocuk gelişimi uzmanı da var. Yasağın gerekçesi herhalde filmdeki cinsel içerik. Bu namus bekçisi kurulun 'Dogville'i yasaklaması daha mantıklı olurdu. Çünkü 'Dogville' mevcut sosyo-politik yapıyı incelikli üslubuyla yerin dibine sokacak bir gerçekçi anlatımla bezenmişti. İnsanlığın riyakârlığını anlatan bu filmde, tıpkı memleketimize benzeyen Amerika'daki bir kasabaya yolu düşen genç kadına, ilk bakışta ehven görünen insanların canavarca davranışları resmediliyor. Kasabalılar, farklı ama asla haklı olmayan sebeplerle biriktirdikleri tüm kötülükleri bu iyi ve temiz kadının üzerinden aklamaya çalışırken aslında devletin dehlizlerindeki eşik bekçilerini de temsil ediyorlardı. Neyse ki memleketimizin namusunu kollayan kurulun üyeleri, içinde fazlaca çıplak beden olmadığı müddetçe diğer anlatımları hiç üstlerine alınmadıkları için 'Dogville'i yasaklamamışlardı.
Dogvillle'e düşen ana oğul
'Dogville'e düşen bir ana ve oğulun, farklı iki apartman dairesinin penceresinden atlayarak intihar etmelerinin kısa hikâyesine gelelim. Bu hikâye, yurttaşlarına onursuzluğu dayatan devletin aynadan görünen suretinin özeti. Bu memleketi pekâlâ çok katlı bir riyakârlar apartmanına benzetebiliriz. Farklı dairelerde bambaşka hayatlar yaşanırken, sahtekârlık kokan bir "ortak aile" diskuru da apartman toplantılarında dillendirilir. Gün gelir, siz de öyle bir apartmanın yeni "sakini" olursunuz. Daimi "sakinler" birbirinin her açığını bildikleri, birbirini sevmedikleri halde henüz yabancı olan yeni sakinlere karşı yekvücut olurlar. İyi olmanız, sizi onların ortak şerrinden korumaya yetmez. Bazısı kapı eşiğinden sinsice süzer, bazısı hiç yokmuşsunuz gibi yanınızdan geçip gider, bazısı korku dolu ama bir o kadar da tehditkâr bir edayla selam verip hızla uzaklaşır. Kimi de apartman yöneticiliği için canla başla müttefik arar. Ama bazıları da vardır ki, tamamen halis duygularla, karşılaştığınız ilk anda içini döker veya içinizi dökmeniz için gönül kapılarını sonuna kadar açar. İşte onlar, istisnaî insanlardır. Onur Yaser Can ismini ilk duyduğum Martı Apartmanı'ndaki komşumuz Nilüfer abla gibi. Nilüfer abla, Yaser'in ismini her andığında gözleri dolar, sözü kısa kesip başka bir konuya geçerdi. O yüzden de Yaser'in ismini çok sık duyduğumuz halde, hikâyesini uzun bir süre sormaya cesaret edememiştik. Meğer can yoldaşı Hatice'nin oğlu Onur Yaser, dört yıl kadar önce, İstanbul 'da yaşadığı apartmanın penceresinden atlayıp hayatına son vermişti. Neden mi? Bu devletin polis daireleri, mahkeme salonları masum insanlar için karanlık, tuzaklı bir tünel gibidir de ondan!
İşkenceden kaçış
Riya, adaletin kılıfına büründürülmüştür. Kıyısından geçerken bir zorbanın elleri uzanır ve sizi hızla o karanlığın içine çeker. Eğer sizi kollayan güçlü eller olmazsa, eğer kötülerle mücadele etmeyi deneyimlemeyecek kadar temiz bir dünyadan ibaretse hayatınız, o tünelden sağ kurtulabilseniz bile bir daha kolay kolay iflah olamazsınız. 28 yaşındaki Onur Yaser, 2 Haziran 2010'da o tünelin içine çekilen tertemiz gençlerden biriydi. ODTÜ'den mezun olmuş, yurtdışında da çeşitli alanlarda eğitim almış, etrafındaki insanlarla sadece iyiliği paylaşmış, yetenekli, genç bir mimardı. İstanbul Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü'ndeki polisler, Onur'u 11 gram esrar satın almakla suçluyordu. Bu, işin bahanesiydi. Esas mesele, bu kadar temiz, vicdanlı bir delikanlıyı kirletmek, onu bu insanlık öğütme makinesinden geçirmekti. Yaser'i küçük düşürdüler, korkuttular, işkenceden geçirdiler. Tehdit ettiler, ajanlık dayattılar. O gün serbest bırakıp iki gün sonra, 4 Haziran'da tekrar çağırdılar Emniyet'e. Yine işkence ettiler ve tekrar salıverdiler. 24 Haziran'da o karanlık tünele gelmesi için tekrar çağırdılar. Üçüncü sefer gitmedi Onur. Gidemezdi. Çünkü anası Hatice'den, babası Mevlüt'ten onurlu kalmayı öğrenmişti. Ankara 'daki ailesini aradı son olarak. Başından geçenleri anlattı. Telefonunu kapattı. Güzellikle devam eden hayat yolculuğunu karanlık bir tünelde sürdürmek yerine üçüncü kattaki evinin penceresinden atlayarak sonlandırmayı tercih etti. Tabii ki ambulans geç geldi, doktorlar geç müdahale etti. Onur Yaser Can zaten bu ülkeye fazla gelmişti. İmdadına koşmak üzere Ankara'dan yola çıkan Hatice ve Mevlüt Can, ölümü için tüm koşulların hazırlandığı çocuklarına yetişemedi.
İğneyle kuyu kazmak
Çocuklarına erdemli, dürüst, vicdanlı olmayı öğretmişti Hatice Can. Ama bu topraklarda kötülerle baş etmek için iyi olmak yetmiyordu. Hatice Can'la birkaç defa Nilüfer ablayla dolaştıklarında karşılaşmıştık. Bu kadar ağır bir acıya rağmen, tıpkı can dostu Nilüfer abla gibi iyilik saçan ifadesini koruyor olmasına şaşırmıştım. Meğer içindeki yangın hiçbir zaman dinmemiş. Karı-koca 2010'dan beri iğneyle kuyu kazar gibi adalet için mücadele etmelerine rağmen, karanlık tünelde hiçbir ışık göremedi. Sonuçta Hatice Can, oğlunu ölüme sürükleyen zalimlikle bu karanlıkta mücadele edilemeyeceğine inanarak geçen Pazar günü (2 Mart) tıpkı Onur gibi apartman dairesinin penceresine çıkıp kendini boşluğa bıraktı.
Karşıyaka mezarlığında Nilüfer ablayı, Hatice'sinin tabutuna sarılmış halde gördüm. Bir ara göz göze geldik, ağzından tek bir cümle çıktı: "Gördün mü, onu da aldılar." Fransa'da eğitim gören Ezgi, anası toprağa verilirken bu adaletsizliğe karşı haykırdı. Onun haykırışı, Batı'nın sadece kötülüklerini alan bu devlete karşı iyilerin isyanını temsil ediyordu. Hayat arkadaşını toprağa verdikten sonra Mevlüt Can kalabalığa seslendi. Sayıklar gibi defalarca dillendirdi: "Aramızdan iki kişiyi aldılar ama bakın ne kadar da fazlayız. Bunlara karşı sonuna kadar mücadele edeceğim. Ama sizinle birlikte..."
Onur ve Hatice Can'ın canını alan bu 'Dogville'de, onurlu yaşayabilmek için Ezgi ve Mevlüt Can'ın adalet mücadelesine ortak olmak zorundayız. Hatice ve Mevlüt Can, üç buçuk yıl boyunca adeta hukuk uzmanı oldu. Madde madde kanunları ezberlediler. Soğuk mahkeme salonlarında birbirlerine tutunarak ayakta kaldılar. Sonuç alamayınca davayı AİHM'e taşıdılar. Karanlıkta kaybedilmek istenen delillerin izini sürdüler. Ama hukuku bilmek, delilleri bulmak, hukuksuzlukla baş ettiremiyor. Hatice Can'ın oğlunun yolundan gitmesi bundan. O yüzden adaletsizliğe, işkencenin cezasızlığına, emniyet-yargının masumlar aleyhine kurdukları paralel cehenneme karşı örgütlenmek, onursuz da yaşayabilenlere inat, birbirimize tutunmak zorundayız.

http://www.radikal.com.tr/radikal2/hatice_canin_onuru-1180091